AVRUPA’DA YÜKSELEN IRKÇILIĞA ve SINIF MÜCADELESİNE GENEL BİR BAKIŞ GERİLİM ve UMUT DOLU BİR YÜZYIL Geçtiğimiz yüzyıl devrimler, karşı-devrimler ve savaşlara tanık olduğumuz bir asır oldu. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşlarla milyonlarca insan öldü. Dünya tarihi atom bombasını ve en az onun kadar tehlikeli sonuçlar doğuran faşizm iktidarını yaşadı. Kar uğruna kapitalizmin çevreyi nasıl tarumar ettiğini bugünkü sonuçlarıyla hepimiz görüyoruz. Dünya çapında herkese yetecek kadar kaynak olmasına rağmen bugün 800 milyon civarında insan beslenme yetersizliği yaşıyor. 1973’ten bu yana kapitalizmin içine girdiği müzmin kriz dört büyük çöküşle milyonlarca insanı işsizliğin ve yoksulluğun kucağına itti. Yüzyıl Balkanlardaki savaşla başladı ve Nato’nun yine aynı bölgede sürdürdüğü savaşla kapandı. Emperyalistler arası paylaşım çatışması, dünya savaşına evrildi ve bu savaş Eric Hobsbawm’ın söylediği gibi; ‘taraflardan birisi kayıtsız şartsız teslim olana kadar süren’ ilk savaştı. Rusya’da Bolşevik Partisi önderliğindeki işçi sınıfı iktidarı ele geçirdi. Bütün dünya emperyalistlerini şaşkına çeviren proletarya devrimi 10 milyon insanın ölümüne mal olan savaşın sonunu da hazırladı. Bolşevik Devriminin liderleri tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını biliyor, özellikle de Avrupa başta olmak üzere dünya çapında yeni bir devrimci dalgaya kadar Sovyet iktidarını yaşatmaya çalışıyordu. Alman ve Macar devrimlerinin kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra beklentiler başka bir bahara ertelenmek zorunda kalmıştı. Lenin’in ölümünden sonra SSCB’deki iktidarı tekeline alan Stalin, bir taraftan bütün eski Bolşevikleri temizlerken diğer yandan da adım adım karşı-devrimi gerçekleştiriyordu. Stalin’in iktidarı ele geçirmesinden sonra dünya devrimine rehberlik ve öncülük etmesi amacıyla 2. Enternasyonal\'’n ihaneti sonrasında kurulan Komintern SSCB’deki yeni egemen sınıfın çıkarlarına göre şekil alan bir uyduya dönüştürüldü. Stalin’in denetimindeki Komintern’in yanlış politikalarından ve ihanetlerinden dolayı; Almanya’da, İtalya’da ve İspanya’da faşistler iktidarı ele geçirdi. Nazilerin işgalleri ile; resmi rakamlara göre 30 gayrı resmi rakamlara göre 70 milyon insanın ölümüne sebep olan İkinci Paylaşım savaşı patlak verdi ve Komintern’de bir önceki enternasyonalin ihanet dolu kaderini paylaşarak, 1943 yılında Stalin tarafından feshedildi.Dünya bu savaşla atom bombasını tanıdı. Çok geçmeden dünya üçüncü (SoğukSavaş) savaşına girdi ve Kore , Vietnam gibi Uzak Doğuya sıçrayan savaşların ardı arkası kesilmedi… Birleşmiş Milletler, NATO, Bretton Woods, OECD, WTO gibi burjuvazinin saldırı aygıtları bu dönemde inşaa edildi. ABD’nin Marshall Yardımı ile yeniden restore edilen kapitalist sistem, 60’lı yılların sonunda işçi sınıfı hareketleri ile yeniden sarsıldı. ABD’de başlayan sivil haklar gösterileri, Vietnam Savaşı’nı protesto eden milyonların katıldığı savaş karşıtı gösterilere evrildi. 70’li yılların ikinci yarısından 80’li yılların sonuna kadar yoğun bir şekilde sürdürülen neo-liberal saldırılar, işçi sınıfını daha kötü yaşam şartlarına sürükledi, yılların mücadeleleri ile kazanılan haklar parça parça edilerek kuşa çevrildi. 80’li yılların sonunda işçi sınıfı yeniden canlanmaya başlamıştı ki; Berlin Duvarı ile birlikte sermayenin oldukça kapsamlı bir ideolojik saldırısı başladı. Bu çöküş, aslında devrimci marksistleri doğruluyor olmasına karşın stalinist devletleri yıllarca sosyalist, yarı-sosyalist, yozlaşmış işçi devletleri olarak görenler içinden çıkamadıkları bir krize sürüklendiler. Buna rağmen işçi sınıfı 90’lı yıllara damgasını vurdu. 90’lı yılları en iyi özetleyen, Seattle ile doruğa çıkan işçi sınıfının geri dönüşü oldu. SON 25 YILLIK EKONOMİK-SİYASAL DEĞİŞİME BİR BAKIŞ Bilindiği gibi İkinci Paylaşım savaşı sonrası Fordizm, kapitalist sistemin egemen ve belirleyici sermaye birikim rejimi olmuştu. ABD devlet sermayesi ihrac ederek, savaşta tamamen yokolmuş olan sabit sermayenin Avrupa anakarasında yeniden restore edilmesini desteklemiş, bu muazzam destekle birlikte Avrupa ekonomisi ‘parlak yıllarını’ yaşamaya başlamıştı. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında çeşitli anlaşmalar yapılmış, ekonomik bir birlik haline dönüşen gümrük birliği oluşmuştu (Benelüx). 25 Mart 1957’de altı Avrupa ülkesi (Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Federal Almanya, Fransa ve İtalya) Roma’da Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruluş anlaşmasını imzalayarak, bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerini atmıştı. 1950’lerde artı-değer oranı, dolayısıyla ortalama kar oranı büyük ölçüde artmış, bazı merkez ülkelerde artı-değer oranındaki bu artışlar %300’lere ulaşmıştı. Savaş sonrası bilimsel ve teknolojik gelişmeler emek üretkenliğine uzun süreli bir ivme katmış, yeni ve ucuz hammadde-enerji kaynaklarının bulunması sabit sermayenin değerini düşürmüş, ekonominin askerileştirilmesi temelinde sürdürülen üretim göreli olarak kar oranını yükseltmişti. Ne var ki, 60’lı yılların sonunda sermaye birikimi olumsuz sinyaller vermeye başlamış, üretimde makinalaşmanın giderek yükselmesiyle emek üretkenliği arttırılamaz bir yoğunluğa ulaşmıştı. “ Üretkenlik artışının yavaşladığı bir ortamda sabit sermayenin büyümesi, ücretin satın alma gücünün ve karın birlikte artmaya devam etmesini imkansızlaştırdı.” Burjuvazi ortalama kar oranındaki düşüşü engellemek için, ücretin alım gücüne saldırdı. 1944’de Bretton Woods’da (ABD) IMF’ye üye olan ülkeler paralarının kurunu, altına eşitlenen dolara göre sabitlemeye karar vermişler, yapılan anlaşmaya göre fonun izni olmadan hiçbir ülke parasının değerinde %10’u aşan bir değişiklik yapmayacaktı. Ancak 18 Kasım 1967’de İngiliz sterlini %14.3 oranında devaüle edildi, bunu takiben zincirleme bir değer düşürme gerçekleşti, 1971’de de Bretton Woods sistemi tamamen çöktü. Kısaca özetlemeye çalıştığımız buraya kadarki gelişmelere işçi sınıfı 60’ların ortasından itibaren başlayan bir mücadele dalgası ile yanıt verdi. İtalya’da 1963’de başlayan Fiat işçilerinin grevi, Fransa’daki 1963 madenciler grevi 68 sarsıntısının ayak sesleriydi. 1968 dünyanın bir kez daha işçi sınıfı tarafından sarsıldığı yıldı: ABD’de Martin Luther King’in öldürülüşünü protesto eden siyahlar, Çekoslovakya’da Prag Baharı’nı yaratan, Fransa’da hayatı durduran işçiler ayağa kalkmış, yirmi yıllık sessizlik delinmiş mücadele dalgası oradan oraya sıçramış, 68 Fransa Mayısını 69 İtalya yazı izlemişti. Türkiye’de militan işçilerce DİSK kurulmuş, işçi sınıfının mücadelesi 15-16 Haziran 1970’de doruğa çıkmış, 1970-71 yıllarında Polanya’nın Gdansk ve Szczecin bölgelerinde işçiler ayağa kalkmıştı. Sermayenin işçi sınıfının alım gücüne yönelik saldırıları, talebin düşmesini daha da hızlandırıyor, aşırı-üretimi (düşük tüketimi) engelleyemiyordu. Keynesgil teori; 70’lerde stagflasyon olgusu ile karşılaşınca, yani enflasyon ve işsizlik birlikte artmaya başlayınca bütün inanırlığını kaybetti. Bu dönem, eski klasik ekonomik görüşleri savunan Milton Freidman’ın yıldızı parlatılmaya başlanmış, 1976’da Nobel ile ödüllendirilerek liberal politikalar ‘neo’laştırılarak yeniden piyasaya sürülmeye başlanmıştı (bugün yeniden ‘neo’laştırılarak piyasaya sürülmeye çalışılan Keynezcilik gibi). Sermaye bu doğrultuda bir taraftan gerçek ücretleri düşürerek, kamu harcamalarında budamalar yaparak kar oranının korumaya çalışıyor bir yandan da; ‘parçalama’ ve ‘kaydırma’ yöntemleri ile bazı ürün aksamlarını yoksul çevre ülkelere kaydırarak mutlak fazla sermayesini ‘değerlendiriyor’du. Elbette sermaye bununla da yetinmiyor, biriken mutlak fazla sermayenin bir kısmını da çevre ülkeleri borçlandırarak ‘değerlendiriyordu’. Bu ülkeler kolay borçlanmanın mümkün olduğu böylesi bir uluslararası mali konjonktürde hızla borçlandı ve 79 sonlarında Meksika’nın moratoryum ilan etmesiyle bu ülkelerin ‘borçlarını’ ödeyemeyecekleri açığa çıktı. Bu sefer de IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile, borçlu ülkelerin ekonomilerini borçlarını ödeyebilecek bir şekilde ‘yapılandırmak’ adına bizim ‘kemer sıkma paketleri’ ismiyle yakından tanıdığımız saldırılar başladı. 80’li yılların başı, ABD’de Reagen İngiltere’de Thatcher temsilciliğinde sürdürülen neo liberal/monetarist saldırıların yoğunlaşmasıyla başladı. 90’lı yıllarla karşılaştırıldığında bu yıllar; işçi sınıfının tüm dünya çapında ağır yaralar aldığı, birçok kazanımın kuşa çevrildiği ve direnişlerin-eylemlerin daha az olduğu yıllardı. Esas olarak bu dönem, sermayenin gerçek ücretlerin düşürülüşünde,kamu harcamalarının budanmasında, özelleştirmelerde, sendikasızlaştırmalarda, spekülasyon amaçlı sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve önündeki korumacı engellerin kaldırılmasında oldukça büyük kazanımlar elde ettiği yıllar oldu. “1980-87 arasında dünya çapında 48 milyar dolar tutarında ellibeş büyük özelleştirme gerçekleştirildi”. Aşağıdaki tabloda görülebileceği gibi bu dönemde –özellikle de 1982’de- borsalarda çılgınca yükselişler yaşandı. *(Milyar Dolar Olarak) Kaynak: Fédération Internationale des Bourses de valuers (Uluslararası Borsa Değerleri Federasyonu) 19 Ekim 1987’de borsalardaki yükseliş, ABD ve Avrupa’da muazzam bir çöküş yaşadı. Ardından merkez ülkelerdeki ekonomik faaliyet yavaşlamaya başlamış, bu gerileme 1989-90 arasında önce ABD sonrada Avrupa’da hızla yaygınlaşan bir durgunluğa dönüşmüştü. Bu durgunluk 80’lerin başındaki durgunluktan daha şiddetliydi çünkü, geçen süre içerisinde işsizlik oranında bir düşüş yaşanmamış aksine 90’ların başında işsizlik hızla yükselmeye başlamıştı. Türkiye’de ‘Bahar Eylemleri’ olarak anılan 1987-89 arasında, işçi sınıfı neo liberal/monetarist politikalara karşı çıkmaya, yüzünü sola çevirmeye başlamıştı ki, 1989-91 arasında Berlin Duvarı’nın yıkılması ile somutlanan toplumsal devrimler sermayenin imdadına yetişti. YDD propagandası ile sosyalistlere karşı oldukça kapsamlı bir ideolojik kampanya başlatıldı. Tek cümleyle özetlemek gerekirse: Küreselleşme kavramı ile anılan bu dönem sermayenin yeni pazarlar, yeni yatırım alanlarına yönelik akınları ve nüfuz alanı çatışmalarına sahne oldu. Stalinistler, ortodoks troçkistler, maoistler, sosyal demokratlar vs. hepsi daha da sağa savrulmaya başlamış, yıllardır sırtlarını rahatça yasladıkları teorik-politik dayanaklarından mahrum kalmışlardı. Mali sermayenin ‘sıcak para’ akınları yeniden yükselişe geçmişti. “Mali ve parasal işlemlerde değerlenmek üzere, uluslararası piyasalarda sermayenin hacmi 1991 yılında 1 trilyon dolarken, bu rakamın 1993’de 3 trilyon dolara çıktığı tahmin ediliyor. Yeni yatırım araçları olarak oluşturulan türev piyasaların hacmi, 1992-93 arasında 4 trilyon dolardan 14 trilyon dolara çıktı”. Sermayenin mutlu akınları, Asya Kaplanları diye ün yapmış ülkelerden Endonezya’da başlayan çöküşle sona erdi. “Çin’in 1994’de para birimi renmibiyi devaüle etmesinden sonra ithalat piyasasındaki rekabet daha da yoğunlaştı ve Japonya’nın para birimi yen 1995 baharından itibaren ABD doları karşısında değer kaybetmeye başladı. Diğer Uzak Doğu ülkelerinin çoğu paralarını dolara askıladıkları için devalüasyon yapamıyor, dolayısıyla da Japonya ve Çin’in daha ucuz ithalatının baskısı tüm bölge üzerinde artıyordu.” Bölgedeki üretken ve mali ekonomi arasındaki uçurum, beraberinde kaçınılmaz bir çöküşü de getirdi, kriz önce Rusya’ya ardından da Latin Amerika’ya sıçradı. Şimdi de Batı’nın kapısını çalmaya başladı. 1982’den bu yana IMF ve Dünya Bankası tarafından aşağı yukarı 70-75 ülkede 600 civarında ‘yapısal uyum programı’ uygulandı ve bilinen sonuçlar hiç değişmedi: açlık, salgın hastalıklar, çevre felaketleri ve savaşlar emekçileri daha da kötü bir şekilde vurdu. Berlin Duvarı’nın çökmesiyle ABD ile Batı Avrupa arasındaki çelişkiler iyiden iyiye su yüzüne çıkmaya başladı. Ekonomik durgunluk döneminde yaşanan ticari rekabet yoğunlaşması emperyalistler arası bloklaşmalara evrildi ve 1992’de Avrupa’da gümrük duvarları tamamen kaldırılarak tek bir pazar oluşturuldu. Avrupa Birliği’nin Avrupa Para Birliği için dayattığı Maastricht kriterleri; (üye ülkelerin bütçe açıklarının GSMH’ya oranı %3, borçlarının GSMH’ya oranının %60’a çekilmesi, faiz oranlarının-enflasyon düzeyinin sabitlenmesi vs.) tamamen Avrupa büyük burjuvazisinin işçi sınıfına karşı koordineli bir saldırısına dönüştü. “90’lı yıllarda Batı Avrupa’da 6 milyon kişi işten atıldı, işsizlerin sayısı, resmi verilere göre 17 milyona (%10) ulaştı. İşsizlik oranı 25 yaş altı gençlerde %20’lerde, genç kadınlarda bu oran %22’lere ulaşmış durumda”. .. “1993’de geçen yılın rakamlarına göre 57 milyon Avrupalı yoksul ve bunların %35’ini çalışan kesim oluşturuyor”. Avrupa Birliği (AB) ülkeleri bugün 25 yıl öncesine göre daha da fakirleşmiş, yoksullarla zenginler arasındaki uçurumsa daha da büyümüş durumda. Ama Avrupa şirketlerinin kar oranları artmaya devam ediyor. “Almanya’da metal sanaayinin karları 1993-98 aralığında %200 artarken, gerçek ücretler %7 oranında düştü”. ‘Esnek üretim’ dayatmasıyla AB’de düzenli-kadrolu işlerin yerini, taşeronlar eliyle yarı-zamanlı, düşük ücretli, geçici ve güvencesiz işler aldı. Örneğin, AB’deki kadın işçilerin yarısı yarı-zamanlı çalışıyor. Sosyal Demokrat model olarak sunulan İsveç’te diğer AB ülkeleri gibi 90’lı yıllara ‘vergi reformları’ ile girdi. “1994-98 arasında kamu harcamalarında yapılan budamalar neredeyse GSMH’nın %10’una ulaştı. İsveç’teki her on aileden birisi yoksulluk sınırının altına düştü. AB hükümetleri, 1990-97 yılları arasında kamu mallarının satışından 185.8 milyon euro (215 milyon dolar) elde etti”. Avrupa’daki şirket evliliklerinin toplam değeri 604.8 milyar euro (700 milyar dolar) ya ulaşmış durumda. “1998’de AB’de uçak şirketlerince başlatılan Eurofighter projesi için en az 57 milyar euro (66 milyar dolar) para harcandı. Birleşmiş Milletlerin tahminine göre; bu proje için harcanan para ile dünya çapında bütün insanların yıllık temel eğitimi, sağlık bakımı ve temiz-sağlıklı su ihtiyacı karşılanabilir… sırf Avrupa Parlamentosu’nun yıllık maaş cirosu 68.400 euro (44.760 sterlin) ve yıllık yol harcırahları 143.300 euro (100.000 sterlin) tutarında ”. Avrupa sermayesinin azgın saldırılarından bu süreçte en çok etkilenen işçi kesimi kamu çalışanları oldu. Ancak bu saldırılarda topun ağzına ilk sürülenler heryerde göçmenler, sığınmacılar oluyor. “1995-97 arasında AB’den kovulan göçmen sayısı yarım milyona ulaştı”. İşsizlik, yoksulluk AB’deki etnik azınlıkları, Avrupa kökenlilere göre 2-3 kat daha fazla vuruyor. Hükümetler, göçmenleri-sığınmacıları krizin nedeniymiş gibi göstererek, ırkçı-cinsiyetçi ayrımcılığı tahrik ederek işçi sınıfının mücadelesini bölmeye çalışıyor. Bu türden kurumsal ırkçı yaklaşımlar faşist hareketleri cesaretlendiriyor, önünü açıyor. Bununla birlikte milliyetçiliğe karşı milliyetçi söylemlerle mücadelenin etkili olabileceğini düşünen sosyal demokratların sayısı da hergeçen gün artıyor. Örneğin genel seçimlerden oy kaybederek çıkan Belçika sosyal demokrat partisi (SP) nin ‘genç-dinamik ve reklamcı’ olan çiçeği burnundaki yeni başkanı; faşistlerin birinci parti oldukları Anvers’te Ekim 2000’de yapılacak yerel seçimlerde aday olacağını: “Anvers’in milli bir figüre ihtiyacı var” diyerek açıklıyor. Faşist hareketlerin önünü açan bu türden ırkçı yaklaşımlar ve/ya geri adımlardan birisi de, Birleşmiş Milletler Nüfus Gelişim Komisyonu başkanı Prof. Robert Cliquet’in açıklaması: “Yapılan araştırmalara göre; Avrupa’da çalışabilen nüfus oranını 2025’li yıllarda da bugünkü seviyede tutabilmek için 135 milyon yeni göçmen işçiye ihtiyaç duyulacağı, doğumların azalmasıyla Avrupalıların nüfus oranında düşüş yaşandığı, mevcut göçmenlerin de sakalları ağardığı için yeni emek güçlerine ihtiyaç duyulacağı” belirtiliyor. Şimdi bu arkaplan nezdinde Avrupa’daki ırkçı-faşist yükselişe ve sınıf mücadelelerine şöyle bir göz gezdirelim. Dergide ‘faşizmin karakteri’ üzerine yapılan analizde belirtildiği ve bizim de kısaca arkaplanını özetlerken göstermeye çalıştığımız gibi ırkçı-faşist hareketlerin boy verdiği coğrafyalar; iktisadi bir kriz temelinde yükselen siyasal-toplumsal krizlerin yaşandığı, kitlelerin radikal çözüm arayışlarına yöneldiği, orta sınıfların krizin çılgınlığına terkedildiği, işsizliğin arttığı ve hepsinden önemlisi de devrimci sosyalist alternatiflerin yaşanan krizlere yeterli derecede müdahale edemediği topraklardır. Dünya ekonomisinin içine girdiği krizle beraber; Avusturya, Türkiye. Fransa, Belçika gibi belli başlı ülkelerde hemen hemen eşzamanlı bir şekilde ırkçı-faşist hareketlerin mantar gibi patlaması tesadüf değil, yaşanan krizin ürünüdür. Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde yaşanan sürece göz atarsak, hem ne kadar haklı olduğumuzu hem de hasmımızın Avrupa’daki durumunu görmüş oluruz. Britanya, faşizme karşı verdiği mücadelelerle oldukça iyi bir geçmişe sahip. Bugün faşistlerin Britanya’da etkin bir konumda olamamaları, geçmişte yedikleri ağır darbelerden kaynaklanmaktadır. 1974’de İşçi Partisi’nin (LP) iktidara gelişi yapısal krizin başladığı yıla denk düşüyordu ve işsizlik-yoksulluk oranı hızla artıyordu. Üstelik İşçi Partisi, aynen bugün yaptığı gibi kurumsal ırkçılığa destek veren göçmen karşıtı politikalar uyguluyordu. Faşistlerin önünü açan bu türden uygulamalar ve kriz ortamı nazilerin hızla yükselmesini sağlamıştı. Faşist Ulusal Cephenin (NF) 1976-77 yıllarında yapılan yerel seçimlerdeki başarısı, devrimci sosyalistleri bu yükselişe karşı harekete geçirdi. Dönemin başbakan yardımcısı Michael Foot: ‘Nazileri şişeler fırlatarak ve polise saldırarak durdurmak yanlıştır. Faşistlere karşı en etkisiz yöntem onlar gibi davranmaktır’ diyerek anti-faşist öfkeyi, faşistlerin gözü dönmüş öfkesi ile aynı kefeye koyuyor, kitlelerden itidalli davranmalarını istiyordu. Bu açıklamalara rağmen, faşistlerin Ağustos 1977’de siyahların ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Londra’nın bir semtinde düzenlediği yürüyüşe Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) yoğun çalışmaları sonrasında seferber edilen binlerce anti-faşistin fiili müdahalesi ile faşistler darmadağın edildi. Bu olaydan birkaç ay sonra Anti Nazi Birliği (ANL) ismiyle kurulan anti-faşist birlikte SWP’nin dışında sol-kanat İşçi partililer de bulunuyordu. ANL’nin düzenlediği anti-faşist kampanyalar, Nisan 1979 yerel seçimleri öncesinde düzenlenen Londra Şenliği’ne 80.000 kişinin katılması ile doruk noktasına ulaştı. Faşistler seçimlerden ağır bir yenilgiyle çıktı, birçok sendikanın desteğini de alan ANL’nin öncülüğünü yapan SWP; faşizme karşı verilen mücadeleyi, faşizmin geliştiği koşullara karşı verilen mücadeleden yani işçi sınıfının mücadelesinden ayrı-bağımsız bir mücadele olarak görmediği için, hem faşistlerin beli kırılabilmiş hem de işçi sınıfı içerisinde etkinlik kazanabilmiştir. Anti-faşist mücadele geleneği siyah Stephen Lawrence’ın 1993’de öldürülmesinden bir hafta sonra, 8.000 kişinin faşist Britanya Ulusal Partisi’nin (BNF) kapatılmasını isteyen yürüyüşle yeniden canlandı. Bu eylemin ardından yine aynı taleple, Kasım 1993’de 60.000 kişinin katıldığı bir anti-faşist yürüyüş daha düzenlendi. Bu eylemler 1994’deki yerel seçimlerde BNP’nin yenilgisini getirdi. Fakat bugün İşçi Partisi’nin Sığınmacılar Yasası’ndaki ( göçmenlerin en aza indirilmesi, sınırdışı edilmelerin kolaylaştırılması vs.) yeni düzenlemeleri ve/ya Asya’dan Britanya’ya evlilik için gelen kadınların ‘kızlık zarı testi’ nden geçirilmeleri gibi kurumsal ırkçı uygulamaları faşistlerin önünü açmaktadır. Ki Mayıs 1999’da West Midlands’da yapılan yerel seçimlerde BNP %7.65 oranında oy almayı başardı. Geçen yaz göçmenlerin, siyahların ve eşcinsellerin yoğun olarak yaşadığı Brixton, BricLane ve Soho’da patlayan bombalardan dolayı 3 kişi öldü, 100’den fazla insan yaralandı. İşçi Partisi hükümeti; işsizliğin, sağlık hizmetlerindeki bozukluğun, fabrikaların kapatılmasının, özelleştirmelerin, sosyal evlerin yetersizliğinin sorumlusu sanki göçmenler-sığınmacılarmış gibi günah keçisi yaratmaya çalışıyor. Oysa rakamlar bile hükümeti yalanlıyor; her yıl bir önceki yıla göre daha fazla insan Britanya’yı terk ediyor. Britanya şimdiye kadar en çok 90’lı yıllarda Bosna’dan gelen 12.000 sığınmacıya oturum izni vermişti. (Bu rakam aynı dönem Almanya için 300.000 idi.) İngiltere’de sosyalistlerin, anti-faşistlerin irili ufaklı ama yaygın bir şekilde gerçekleştirdikleri eylemler, faşistleri baskı altında tutuyor. İşçi Partisi’nin sınıf hareketini bölmek için ırkçı kartını arada sırada göstermesi, İrlanda’yı da etkiliyor. Bir dizi skandalın ortaya çıkışından sonra oy kaybetmekten korkan Fianna Fail’in siyasetçileri, göçmenlik karşıtı politikalarla partiye yeni bir sağ-kanat kimlik kazandırmaya çalışıyorlar. Göçmenlerin ve sığınmacıların; yaşanan konut krizinin sebebi olduğu ve devlet harcamalarının çoğunu bu insanları yuttuğunu iddia edilerek, üçüncü dünya ülkelerinin yükünü İrlandalılar taşıyamaz propagandası yapıyorlar. Bununla birlikte, ‘Sınırdışına Hayır…Fianna Fail’in ırkçı tahriklerine izin verme!’ kampanyası ile sürdürülen anti-faşist hareket de büyüyor. Fransa’da 1972 yılında kurulan ve yıllarca marjinal kaldıktan sonra yükselişe geçen faşist Ulusal Cephe’nin (FN) durumu son dönemde biraz karmaşıklaştı. 1982’de %2 gibi az bir oy oranı olan FN, 1997 seçimlerinde bu oranı %15’lere kadar çıkarmayı başardı., binden fazla küçük belediyeyi ele geçirdi, ki bu oyların %27’sini mavi yakalı işçilerden ve işsizlerden aldı. Hakim olduğu kimi bölgelerde oy oranı %30’lara çıkan FN, buralarda denetimi elden bırakmıyor. Fransa’da faşist saldırılar Almanya, Belçika ve/ya diğer Avrupa ülkelerine göre daha az gerçekleşiyorsa da, FN’nin GUD isimli bir gençlik ve DPS isimli de bir para-militer örgütlenmesi mevcut. Mart 1998’de yapılan yerel seçimlerde geleneksel sağın desteğini aldığı dört bölgede başkanlık kazanan FN, bu seçimlerden on ay sonra ikiye bölündü. Partinin iki numaralı faşisti Bruno Megret, FN’in seçilmiş temsilcilerinin çoğunu değilse bile parti aygıtlarının büyük bir kısmını ele geçirdi. Aralık 1998’de Le Pen; Megret ve yandaşlarının açığa alınması/ihrac edilmesi için harekete geçti, ‘Megretçiler’ buna cevaben Şubat 1999’da ‘kendi partilerinin’ kongresini yaparak yanıt verdi. Le Pen ve Megret arasındaki anlaşmazlık, kişisel rekabetin ötesinde geleneksel sağın yaşadığı krize nasıl müdahale etmek gerektiği meselesinde düğümleniyordu. Faşistlerin bölünmüşlüğü, şimdilik bir güçsüzleşmeyi gösteriyorsa da FN’in son 15 yıl içinde artan işsizlik, yoksulluk, güvencesiz yaşam, kazanılmış hakların kuşa çevrilmesi vs. üzerinden büyüdüğü ve de bu koşulların hala devam ettiği göz önünde tutulursa, faşistlere karşı birşeyler yapılmadığı taktirde büyük ‘süprizler’le karşılaşılabileceği ortada. Burada bir noktayı da açmakta fayda var; Türkeş’in ölümü sonrası, MHP’nin bölünmesinden dolayı güç kaybettiğini düşünenlerin nasıl bir gaflet ve dalalet içinde oldukları 19 Nisan sabahı görüldü. Ama Fransa’da işçi sınıfının mücadelesi sağı krize sokarken ve faşistlerin bölünüşünü getirirken, Türkiye’de ‘vatan millet Sakarya’ edebiyatını solcular yapıyor, işçi sınıfı ( ne yazık ki bugün de devam ettiği üzere) bu türden şovenist solun milliyetçi sloganları ile kirletiliyordu. Fransa’da faşistlere karşı mücadele için örgütlenen SOS Irkçılık örgütü, hatırlanacağı üzere; ırkçılarla çatışmamak gerektiğini, bunun FN’nin işine yarayacağını söyleyerek reformist eylemler düzenliyordu. 90.000 kişinin katıldığı Strasbourg eylemine ve daha birçok irili ufaklı anti-faşist protestolara rağmen, FN’in %15’lik potansiyelini koruyabilmesi bu reformist çizginin ürünüdür. Yine de FN’in yükselişinin geriye çekilmiş olması kuvvetli olasılıklar arasında. Elbette bu görüşümüzün nedeni; FN’in kendi başına bölünmüşlüğü değil, onu da diğer sağ partileri olduğu gibi krize sokan işçi sınıfı hareketindeki yükseliştir. 1995’in sonlarında patlak veren sınıf mücadelesi, yoğunluğu bazan artıp bazan düşse de belli bir sürekliliği korumaya devam etmektedir. Fransa, şu son 4-5 yıllık süreç içerisinde 35 saatlik çalışma haftası için gerçekleştirilen eylemler, kamu harcamalarının budanmasına ve işsizliğe karşı protestolar, çiftçilerin AB tarım politikasını protesto eylemleri, kamyon sürücülerinin emeklilik yaşının düşürülmesi için yaptıkları otoban işgalleri, liselilerin protestoları vs.. gibi birçok mücadeleye sahne oldu. Eğer SOS Irkçılık Komitesi, sınıfın bu mücadeleleri ile, İngiltere’deki ANL gibi bir bağlantı kurabilmiş olsaydı Fransa’da bugün faşistlerin beli çoktan kırılmış olurdu. Avusturya’daki 3 Ekim 1999 seçimlerinde %27.2 oranında oy alan faşist Özgürlükler Partisi’nin (FPÖ) yükselişi oldukça ciddi boyutlara ulaşmış durumda. 1995 seçimlerinde %23 oy almış olan FPÖ, 80’li yılların ortasında birleşik aşırı sağcıların oluşturduğu küçük bir Nazi grubuydu. Kendisine karizmatik bir lider olarak, siyasal deneyimi ve parası olan Haider’i seçmişti. FPÖ’nün yükselişi; sosyal demokratların (SPÖ) muhafazakar Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ile oluşturduğu büyük koalisyonun, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi uygulamakta ısrar edilen neo liberal/monetarist politikalarla doğrudan doğruya bağlantılıdır. 70’lerden beri iktidarda olan ve İsveç modeli sosyal demokrasiyi savunan SPÖ’nün seçimler öncesinde öne çıkardığı tek slogan: ‘İstikrar’, seçimlerin üzerinden aylar geçmesine rağmen sağlanamadı. Bugün Avusturyalıların yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Neo liberal politikaların savunuculuğunu yapan SPÖ’yü 80’li ve 90’lı kuşaklar; sosyal kesintileri, özelleştirmeleri savunan bir parti olarak tanıdı. Sendikalar Federasyonu (ÖGP) bu dönem boyunca hükümetin bir parçasıymış gibi hareket ederek, yani kamu harcamalarının budanmasına destek vererek vs. işçi hareketinin grev silahını kullanmasını engelleyerek faşist FPÖ’nün propaganda malzemesi oldu. FPÖ göçmen karşıtı propagandasına sendikaların hükümetleri etkilemesinin nasıl kötü sonuçlar doğurduğunu anlatarak sendika karşıtı bir propagandayı da ekledi. SPÖ geleneksel tabanını kaybederken; toplumun yolsuzluklara-rüşvetlere karşı olan öfkesini kullanan faşistler oldu. Son seçimlerde SPÖ’nün işçilerden aldığı oy %40 ve bunların da sadece %25’i otuz yaş altı seçmenlerden ibaretken, FPÖ işçilerden %45 ve bunun da %35’i gençlerden gelen oylar aldı. Artık faşistler işçi sınıfından en çok oy alan parti durumunda. Muhafazakar ÖVP’nin sosyal demokratlara göre oy kaybı daha az. On üç yıllık sosyal demokrat-muhafazakar koalisyonu boyunca yaşanan yolsuzluk-rüşvet skandalları, sosyal devletin kuşa çevrilmesi gibi diğer Avrupa ülkelerinde de uygulanan politikaların altında ezilen kitlelerin alternatif arayışlarına –kendi açılarından- cevap olabilen faşistler, seçimlerden zaferle çıktı. Daha önce Avusturya’nın Karnten bölgesi başkanlığını kazanmış olan FPÖ, bu mevziyi anti-göçmen, anti-sendikacı propagandaları için bir kürsü olarak kullanmış, kendisini temiz-dürüst ve farklı bir parti olarak gösterebilmiş ve meşrulaşabilmişti. Seçim sonrası şaşkınlık, ANL tarafından Londra’da düzenlenen Haider karşıtı protesto ile atlatıldı. Avusturyalıları cesaretlendiren bu gösteriden sonra, Avusturya’nın son yirmi yıllık tarihindeki ikinci büyük eylem olan, 12 Kasım 1999’da Viyena’da düzenlenen protestoya 70.000 kişi katıldı. Aşağıdan gelen bu basıç nedeniyle hala atlatılamayan bir siyasal krize girildi. Henüz geçici hükümetle idare edilen Avusturya’da küçük bir anti- faşist komite kuruldu ve tüm ülke sathına yayılması hedeflenen bir anti-faşist kampanyaya başlandı. Kurulacak hükümette faşistlerin olmaması ilk başarı sayılabilir ama ardından sınıfsal bir temelde yürütülecek birleşik bir mücadele ile hem Haider’e hem de iflas etmiş sosyal demokrat politikalara karşı bir alternatif inşaa edilmesi gerekmektedir. Kamuoyu araştırmalarına göre; toplumun %60‘ı eski koalisyonu istemediği gibi Haider’i de istemiyor. Devrimci sosyalistlere Avusturya’da büyük görevler düşüyor. Kuşkusuz Avusturya’daki mücadelenin nereye doğru evrileceğini belirleyecek olan işçi sınıfının mücadelesi olacak ve yakında bu savaşımın nereye doğru evrileceğini göreceğiz. Belçika’da faşistlerin önemli gelişimler kaydettiği Avrupa ülkelerinden birisi. Federatif bir yapıya sahip olan ülkenin Kuzey bölgesi Flanderen ülke ekonomisinde belirleyici olan bölgedir. Özellikle 70’li yılların ortasından itibaren hızla kapatılmaya başlanan maden ocakları ile güney bölgesi Valonya’nın sosyal güvenlik harcamalarındaki payı artmaya başladı. Daha çok tarıma ve turizme dayalı olan bu bölgenin ekonomisi, Haziran 1999 seçimlerinin öngünlerinde patlak veren dioksinli gıda skandalından sonra daha da kötüleşti. Valonya tarım bakanının açıklamalarına göre; 1200 çiftliğin kapısına kilit vurduğu bu kriz, savaştan bu yana tarım sektöründe yaşananların en büyüğü. Belçika’da yaşanan ekonomik-politik krize Valonya’lıların ve göçmenlerin sebep olduğu bu yüzden Valonya’dan ayrılmanın Flaman halkı için tek çözüm olduğu propagandası ile faşist Flaman Bloğu (VB) 90’lı yıllarda ciddi bir yükseliş gösterdi.1991’de %4’lerde dolaşan oy oranlarını 1995’de %12.3’e ve en son 13 Haziran genel seçimlerinde de %15.5’e çıkardı. Ulusal İstatistik Enstütüsünün verdiği rakamlara göre; 1985-96 aralığında Flanderen’daki ekonomik büyüme oranı %2.48 iken bu oran Valonya’da %1.59 ve Brüksel’de ise %1.28 civarında. Özellikle de son on yıllık sürede sosyal demokrat (SP) ve muhafazakar (CVP) koalisyon iktidarında kuşa çevrilen sosyal devlet, işçi sınıfının yaşama koşullarını derinden etkiledi. Neo liberal saldırıların bir bileşeni olarak ‘esnek üretim’e geçişin kolaylaştırılması için, birçok AB ülkesindeki gibi geçici iş bulma büroları (interim) ile yasallaştırılan taşeronlar Belçika’nın heryerine yayılmış durumda. Verilen resmi rakamlara göre; işsizlik oranı Flanderen’da %5.4 , Valonya’da %13.6 ve Brüksel’de %16.4’ çıkmış durumda. Çok yaygın olan ‘kaçak’ işçileri saymaz isek 1998 yılında çalışan işçilerin %15.3’ü tamamen interim işçisi. Ve bu işçilerin %11’i 21 yaş altı, %34.9’u 21-25 yaş arası, %8’i ise 26-30 yaş arasında. Yine rakamların diliyle devam edersek; Flanderen’da interim işçilerinin %62.5’i, Brüksel’de %13.2’si, Valonya’da %24.3’ü (yarı zamanlı değil) günde birkaç saat için, her an işten atılabileceği birkaç haftalık kontratlarla çalışıyor. Belçika’daki sendikalı işçi sayısının (Danimarka haricinde) diğer AB ülkelerindeki gibi düşmüş olmasının sebebi, dünyayı teorilerine uydurmaya çalışanların ileri sürdüğü gibi; işçilerin sendikaları kullanışsız, gereksiz görmelerinden değil, bu ve bu türden neo liberal saldırılardan kaynaklanmaktadır. Kamu işçilerinin 1993 genel grevi, 1996 sonu ve 1997 başlarında sübyancı çetelerine karşı düzenlenmiş kitlesel protestolar, demir-çelik işçilerinin fabrika işgalleri ve aylarca süren direnişleri, Renault fabrikası işçilerinin diğer otmotiv sektörlerine ve Fransa, İspanya, Slovakya Renault işçilerine sıçrayarak ‘Avrupa Grevi’ne dönüşen eylemleri son dönemde Belçika’da yaşanan sınıf mücadeleleri içerisinde ilk akla gelenler. Son seçimlerde faşist VB’nin özellikle de Flanderen’ın en önemli işçi kenti Anvers’te ve başka birkaç kentde de birinci parti olması, beklenen sonuçtu. Faşistler; ‘Anvers’in göçmenler tarfından işgal edilmiş bir kent olduğunu, VB’nin bir demokratik direniş hareketi olduğunu, eğer gerekirse kendi halklarının haklarını, kimliğini savunmak, Flamanların Flanderen’ı Anverslilerin Anversini yaratmak için savaşmaya hazır olduklarını, 48 saat içerisinde Anvers’i bütün pisliklerden (göçmenlerden) temizleyebileceklerini’ söyleyerek ve de dediklerini yaparak; yoğunlaştırdıkları faşist saldırılarla seçimlere girdiler ve Anvers’in birinci partisi oldular. Seçimlerden önceki son üç yıl boyunca faşist saldırılara karşı düzenlenen protestolar, VB’nin genç nüfus üzerindeki etkisini kırdıysa da bu anti-faşist mücadeleler ile sınıf mücadeleleri arasındaki bağlantı yeterli derecede kurulamadığı için seçimler sonrası ortaya çıkan manzara engellenemedi. Valonya bölgesindeki işçi hareketinin daha etkin olması nedeni ile bir türlü düzen tutturamamış olan Valonyalı faşistler (FN ve Agir) hala önemsenebilecek bir durumda değiller. Seçimlerden kazançlı çıkan bir diğer parti de; yıllardır yolsuzluk-rüşvet, kadın ticareti, sübyancı çetesi gibi skandallarla sarsılan Belçika’nın seçimlerin öngününde patlak veren ‘dioksinli gıda’ skandalının yarattığı rüzgarı da arkasına alan Yeşiller (Agalev-Ecolo) oldu. Yedi aylık liberal-sosyal demokrat-yeşil-flaman birliği koalisyonunun dümeni liberallerin elinde. Hükümet; posta, demiryolları işletmelerinin özelleştirilme planının önüne koymuş, ‘kaçak’ yaşayan göçmenleri de göstermelik bir düzenleme yasası ile aldatarak, sınırdışı etmeye çalışıyor. Meclis dışındaki sol içerisinde ise bir tek ortodoks troçkistlerden; Ekim 2000\'de yapılacak yerel seçimler de göz önüne alınarak, faşistlere ve hükümetin saldırılarına karşı durabilecek bir ‘Sol İttifak’ çağrısı var. Faşist parti VB ise genel seçimlerden birinci parti olarak çıktığı kentlerde şimdiden yerel seçim çalışmalarına başlamış durumda. Eğer seçimler öncesinde mücadeleci bir sol ittifak kurulabilirse, iyi sonuçlar alınabilir. Aksi taktirde –ki bu sol ittifak çağrısına henüz ciddi bir cevap gelmedi- faşist VB önümüzdeki süreçten daha da güçlenmiş olarak çıkacaktır. Almanya’da Naziler Eylül 1998’de yapılan seçimlerden yenilgiyle çıktılar. Üç faşist partinin (DVU, NPD ve Republikaner) oylarının toplamı ülke genelinde %3’e bile ulaşamadı fakat, bazı bölgelerde ne kadar etkin oldukları da görüldü. 1998 yazında Almanya’nın Saksonya-Anhalt bölgesinde yapılan yerel seçimlerde faşist Alman Halkının Birliği (DVU) %13’lük bir oy aldı. Format isimli bir haber dergisinde yapılan bir röportajda, Almanya’da diğerlerine göre daha etkin olan faşist Alman Nasyonaldemokrat Partinin (NPD) Avusturya üzerindeki etkinliğini arttırdığı belirtiliyor. Her ne kadar Almanya’daki naziler güçsüz de olsa, iktidarın liberal politikalarına karşı artan tepkilerin, faşistlerce kullanılma tehlikesi potansiyel olarak mevcut. Seçimlerden %41 gibi bir oranla galip çıkan sosyal demokratlar ve %6.5 oy alan yeşiller koalisyonu altında geçen iki yıl, işçi sınıfını daha da sıkıntıya sürükleyen politikalardan başka birşey getirmedi. Radikal ve savaş karşıtı bir parti olarak siyasal yaşama giren Yeşiller, NATO’nun Kosava’ya yönelik saldırısına verdikleri aktif destekle tam bir savaş partisine dönüştü. Aynı yaklaşım Fransız yeşillerinde de (Les Verts) görüldü. Fransız yeşillerinin esas oğlanı ‘Kızıl Dany’de tıpkı halefi Joshka Fischer gibi bu savaşı hararetle destekledi. Şubat 1999’da Almanya’nın 11 büyük eyaletinden birisi olan Hesse’de yapılan seçimlerde yeşillerin oyu %11’den %7’ye kadar geriledi. Çevre bakanı Trittin, ‘sosyal demokratlarla koalisyon fazla gerilirse hıristiyan demokratlarla da (CDU) bir koalisyon kurabileceklerini’ açıkladı. Nükleer santrallar Almanya’da elektirik enerjisinin üçte birini karşılıyor, dolayısıyla santralların kapatılması durumunda fiyatları artacak olan elektirik enerjisinin faturasını ek bir çevre vergisi ile çalışanların sırtına yıkmayı planlıyorlar. Ve elbette demir-çelik sanaayi şirketleri bu vergilendirmeden muaf tutulacak. Yeşillerin bu politikaları, özellikle büyük destek aldıkları genç tabanının hızlı bir şekilde erimesine sebep oluyor. Koalisyon hükümeti geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada, Almanya’nın tarihi boyunca görmüş geçirmiş olduğu en büyük ‘kemer sıkma’ politikasını uygulayacağını açıkladı. Federal hükümet harcamalarında %6’sı ilk yıl olmak üzere, toplam 150 milyon marklık kesintiye gidilecek; yani emeklilik, işsizlik paraları, kamu sektörlerindeki harcamalar tamamen kesilecek. 1996’da Kohl’ün uygulamaya çalıştığı bu politikalar, aşağıdan gelen basınçla sendikaları harekete geçirmiş, 350.000 çalışanın katıldığı Bonn eylemi yaşanmıştı. İşçi sınıfının öfkesi hergeçen gün daha da büyüyor. Geçen Haziran kamu hizmetleri sendikası OTV tarafından düzenlenen, sağlık hizmetlerindeki kesintileri protesto eylemine 30.000 civarıda bir katılım olmuştu. Yıllardan sonra işçiler arasında bir genel grev söylentisi dolaşmaya başladı. 1996’daki öfkeyi sendika bürokratları; ‘seçimlere kadar bekleyelim’ diyerek yatıştırabiliyorlardı fakat bürokratların bugün aynı şeyi söyleyebilmeleri ve işçileri yatıştırabilmeleri çok zor görünüyor. Dev demir-çelik sendikası IG Metal’in başkanı Klaus Zwickel; metal işverenler birliği ile işçilerin emeklilik yaşının 65’de 60’a indirilmesi karşılığında beş yıl süreyle haftalık çalışma saatlerinin azaltılması amacıyla hiçbir eylem yapılmayacağı garantisi vererek uzlaşmaya çalışıyor. Bu önerinin kabul edilmemesi halinde, Şubat 2000’de gerçekleşecek toplu sözleşme görüşmelerinde yüksek düzeyde zam isteyeceklerini söylüyor. Metal işverenleri birliği her iki öneriyi de kabul etmeyeceğini açıkladığı için Şubat ayının gerilimi şimdiden yaşanmaya başladı. Önümüzdeki dönemde yükselme olasılığı çok fazla olan sınıf mücadeleleri nazileri sessizliğe gömecektir. Oluşacak sol muhalefet boşluğunun Demokratik Sosyalist Parti (PDS) tarafından doldurulma ihtimali var fakat bu olasılık da pek fazla değilmiş gibi gözüküyor. 1998 seçimlerinde PDS Doğu Almanya çapında %19.5. Doğu Berlin’de %40, Batı Berlin’de %1.1 ve tüm ülke genelinde %5.5’lik bir oy almıştı. Rakamlardan da görülebileceği gibi, PDS daha çok Doğu Almanya’da güçlü, keza 90.000 üyesi olan partinin üyelerinin üçte ikisi 60 yaş üstünde ve Doğu Almanya’nın sanaayi bölgelerinde ve gençler içerisindeki tabanı oldukça cılız. Buralarda beş eyalet meclisinde ve yerel konseylerde temsilcileri var. Bununla birlikte PDS Kosova savaşında NATO saldırılarına karşı çıkan tek meclis partisi olarak, Dresden ve Berlin’de düzenlenen savaş karşıtı protestolarla, siyasal arenada ciddi bir etkinlik gösterdi. Bugün PDS 2002 yılında yapılacak seçimlerden oylarını arttırarak çıkabilecek tek parti olarak gözüküyor. Ancak PDS’in lideri Gregor Gysi’nin “Modern Sosyalizm Üzerine On İki Tez” adlı makalalesinde, parti içerisinde geniş bir muhalefetle karşılaşmasına rağmen savunduğu : ‘refah devletinden kurtulmak için iş saatlerinin daha da esnekleştirilmesi, özel emekliliğin desteklenmesi’ vb. politikalar PDS’deki sağa kayışı çok açık bir şekilde göstermektedir. Dolayısıyla Almanya’daki devrimci marksistlerin önünde diğer AB ülkeleri ile karşılaştırılamayacak derecede muazzam fırsatlar durmaktadır. Almanya’da kitlesel bir devrimci hareketin yükselmesi; başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa anakarasında büyük bir dalga demektir. Başta İsveç ve Danimarka olmak üzere, ırkçı ve faşist hareketler İskandinav ülkelerin de gündeminden düşmüyor. Özellikle son 66 yılının 57’sinde sosyal demokratların iktidardan inmediği ‘sosyal demokrat model’ ülke İsveç’de yaşanan değişim, büyük hayal kırıklıklarını yaşandığı bir coğrafyaya dönüştü. Sosyal demokrat iktidarın bilhassa şu son birkaç yıl içerisinde ‘euro’ya geçebilmek adına kamu harcamalarında muazzam kesintiler yaparak, sermayenin hareket alanlarını rahatlatarak uyguladığı işçi düşmanı politikalar seçimlerin sonuçlarına da yansıdı. Ekim 1998’de yapılan seçimlerde sosyal demokratların oy oranı Birinci Paylaşım savaşından bu yanaki en düşük seviyede aldığı oy oldu. Sosyal demokratların kaybettiği oylar, geçen seçimlerdeki oylarını ikiye katlayarak %12’ye ulaşan Komünist Sol Partisi’ne yaradı. İsveç’teki faşistlerin oy oranı, nasıl ki bir Fransa ve/ya Avusturya ile karşılaştırılamayacak kadar küçükse, İsveç faşistlerinin saldırıları da bu ülkelerle karşılaştırılamayacak denli yoğun ve yaygın. Birkaç ay öncesine kadar İsveç’in en çok okunan günlük gazetelerinin manşetlerinde İsveç’li faşistlerin teşhir edildiği anti-faşist bir kampanya başlatıldı. Bu tür kampanyalar faşist saldırıları bir süreliğine durdurabilse de, 1998’de devrimci sosyalistlerin ellerinde bowling sopaları ile Stockholm sokaklarını faşistlerden temizlemesi kadar etkili bir sonuç vermemektedir. Bir diğer İskandinavya ülkesi olan Danimarka’da hatırlanacağı üzere Mart 1998 seçimlerinden %10.2 oy alan sosyal demokratlar kazançlı çıkmıştı. Faşistler ise bu seçimlerden azımsanamayacak bir oranda (%9.8) oy almıştı. Seçimlerin hemen ardından patlak veren Nisan-Mayıs grev dalgası tüm yaşamı felce uğratmış, Danimarka 1985’de sağ kanat iktidara karşı yapılan ve işçilerin parlamentoyu kuşattığı işçi eyleminden bu yana gerçekleşmiş olan en büyük işçi hareketi ile sallanmıştı. Danimarka diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında sendikalı işçi sayısının geçen zaman içerisinde artış gösterdiği yegane ülke durumunda. Esnek üretimin sendikasızlaştırma operasyonlarının pek etkili olamadığı bu ülkede sendikalı işçilerin oranı %85’lerde. Basın tarafından İsveç’te başlatılan anti-faşist kampanya kısa süre içerisinde Danimarka\'ya sıçramış, burada da faşistler günlük gazeteler aracılığı ile teşhir edilmişti. Fakat hükümet göçmenlerin %90’ının kendi ülkesinden evlendiğini, yeni düzenlemelerle evlilik yoluyla Danimarka’ya girişlerin 4-5 yıl sürebileceğini ve göçmenlerin Danimarka içinde evlenmelerini ya da evlendikleri kişilerin ülkesine gitmelerinin gerektiğini söylemesi gibi kurumsal ırkçı politikalar faşistlerin önünü açmaktadır. İtalya’da her ne kadar bugünlerde pek etkili olamasalar da faşistlerin güçlü olduğu Avrupa ülkelerinden birisi. Hatırlanacağı üzere Temmuz 1994’te Berlusconi’nin Forza Italia’sı, Bossi’nin Kuzey Ligası ve faşist MSI bir koalisyon hükümeti kurmuştu. Berlusconi yönetimindeki hükümet göreve başlar başlamaz işçi sınıfının kazanımlarına yönelik bir saldırı başlatmıştı. Bu saldırılara işçi sınıfı 13 Ekim’de 3 milyon işçinin katıldığı bir genel grevle karşılık vermiş, ardından 12 Kasım’da 1.5 milyon kişinin katıldığı, soğuk savaş döneminin en görkemli gösterisi gerçekleştirilmişti. Bu kitlesel grevler-eylemler Berlusconi iktidarının sonunu getirmiş ve 1996’daki seçimlerden sol kazançlı çıkmıştı. Faşistler bu seçimlere imaj değiştirerek, isimlerini Sol İttifak (NA) olarak değiştirerek girmiş, %16 oranında oy almalarına rağmen bir önceki seçimlere göre otuz üç sandalye kaybetmişlerdi. Bu dönemki mücadeleler işçi sınıfının mücadelesi karşısında faşistlerin ne kadar etkisiz olduğunu göstermiştir fakat faşistler hala bir tehlike olarak varlıklarını sürdürmektedir. Bu mücadele dalgası ile girilen seçimlerde geleneksel sosyal demokratlara göre daha sol bir eğilimi temsil eden Yeniden Kuruluş Komünist Partisi (PRC) oylarını %3’ten %8’e çıkartmıştı. PRC iktidar ortağı olduğu süre içerisinde, hükümetin AB ve APB’ne geçiş için dayattığı muazzam kesintilere destek verdi ve 1998 Ekim’inde Prodi’nin yönetimindeki merkez sol koalisyondan ayrıldı. PRC, Armando Cossuta’nın liderliğindeki bir grubun ayrılması ile ikiye bölündü. Ayrılan grup İtalyan Komünist Partisi’nin de dahil olduğu yeni koalisyona katıldı. PRC, ‘Alternatif Bir Toplum İçin’ sloganı ile işçiler, göçmenler-sığınmacılar, yaşlılar, aydınlar arasında ses duyurabilen bir partiyse de, özellikle de ikiye bölündükten sonra iyice içine saplandığı krizden çıkabilmiş değil. Çünkü hepimizin bildiği gibi kriz, sosyal demokratlar arasındaki anlaşmazlıklardan değil bizzat sosyal demokrasinin kendisinden kaynaklanmaktadır. (Bakınız; İspanya’da Sol Birlik (IU) ve/ya Türkiye’de ÖDP) Esas olarak bu durum değerlendirilebildiği takdirde, devrimci sosyalistlerin önünde muazzam olanaklar vardır. Bu arada yeri gelmişken belirtmenin faydalı olacağını düşündüğümüz bir konu da, Türkiye’de ‘Birikim’cilerin başını çektiği ‘Avrupa’da Yükselen Irkçılığa Yönelik’ yanlış yaklaşımlardır. Bu anlayış; Avrupa’daki faşistlerin milli temelde değil de bölgesel temelde propaganda yaparak, AB’ne sahip çıktığını, sadece Avrupa’lı olmayanları dışladığını iddia etmektedir. Kendilerinin sık sık örnek gösterdiği İtalya’daki Kuzey Ligası, güneyi dışlarken kendilerinin İtalyan olmadığı argümanını kullanmaktadır.ABD ve Japon emperyalist bloklarına karşı kurulan AB’nde her ne kadar burjuva ideologları ‘ortak bir Avrupalılık kimliğinden’ bahsetse de, yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılabileceği üzere bunun gerçeklikle bir alakası yoktur. Kapitalist temelde ‘ortak bir Avrupa ve/ya dünya kimliği, tıpkı ulusal sorunların çözüme kavuşturulamamasında görüldüğü gibi imkansızdır. Faşist partiler milliyetçi sloganlarla propaganda yapmaktadırlar, hatta kimi zaman bu sloganlar Belçika’da olduğu gibi; öncelikli olarak Türk’ler ve/ya Fas’lıları değil Valon’ları hedef almaktadır. AB’nin gidişatından memnun olan Avrupa sermayesi, rakip bloklar karşısında kendi konumunu muhafaza edebilmek için ‘Avrupalı olmak’ gibi bir ideolojik argümanı kullanmaktadır. Zaten bir ‘sivil toplum şaheseri’ olan bu AB’ne girmenin faydalarını anlatmakla bitiremeyenlerin, faşistlerin AB’ne sahip çıktıkları gibi ipe sapa gelmez hurafelerin ‘Birikimciler’ ve onların epigonları tarafından savunuluyor olması da tesadüf değildir. SONSÖZ YERİNE 1990’lı yıllar ırkçı-faşist hareketlerin yükselişine tanıklık ettiği gibi özellikle de 90’ların ortasından itibaren işçi sınıfının yükselişine de tanıklık etmiştir. Bu dönem işçi sınıfının kükrediği yıllar olmadıysa da yeniden ayağa kalkıp militan mücadelelere atıldığı yıllar oldu. AB çatısı altında sermayenin gerçekleştirdiği saldırılar, işçi sınıfının yüzünü sola çevirmesiyle sonuçlandı. 1995’de Avrupa’nın dört büyük ekonomisi; Almanya, Fransa, Britanya ve İtalya sağ partilerce yönetiliyordu, şimdiyse dördünde de sosyal demokratlar iktidarda. AB’nin 15 ülkesinin 14’ünde sol partiler ya tek başlarına ya da koalisyonla iktidarda. Sol’u iktidara taşıyan seçimler; açık ki derinlerdeki radikalleşmeyi göstermektedir. Türkiye’deki birçok aklı evvel solcunun öve öve bitiremediği patronların birliği AB’nin ne olduğunu Belçika’lı metal işçileri şu sözlerle özetlemektedir: “İşçilerin birliğinin en güçlü ifadesi enternasyonalizmdir. Enternasyonalizmin gelişmesi demek, şovenist ve ırkçı ‘Avrupa Kalesi’ söyleminin kırılması demektir. AB, ABD ve Japon sermayesine karşı Avrupa sermayesinin çıkarlarını korumak amacıyla kurulmuştur. Bu sosyal Avrupa değildir, işçilerin ve üçüncü dünyanın sömürüsü üzerine inşaa edilen bir Avrupadır. AB için doğru isim; sermayenin Avrupasıdır”. Kuşkusuz bu demeç Avrupa işçi sınıfının öldüğünü iddia eden 3. Dünyacılara da verilen bir cevaptır. 90’lı yılların ve 1900’lerin kapanışı Seattle’da yapıldı. Bu kapanış aynı zamanda 2000’lerin açılışını, nasıl bir dönem olacağını da gösteren dönemeç noktası sayılmalıdır. “Sistemin uluslararası krizi, kapitalist ekonomiler ve devlet yapılanmaları arasındaki istikrarsızlıklar daha fazla Seattle daha fazla Endonezya ve Balkanlarda gördüğümüz gibi daha fazla savaşlar doğuracaktır”. Kuşkusuz kapitalizmin merkez ülkeleri birçok yönüyle Endonezya’dan farklıdır. Herşeyden önce bu ülkelerdeki, sendika bürokratlarının ve kökü Lassale’a kadar uzanan reformistlerin işçi sınıfı üzerindeki etkisi az gelişmiş ülkelere göre, daha derin köklere sahiptir. Fakat Seattle’da gördüğümüz gibi, bu baki bir durum değildir, işçi sınıfı bu durumu bir gün içerisinde tersyüz edebilmektedir. Elbette bu reformizmin öldüğü ve/ya etkisini yitirdiği anlamına gelmemektedir. Seattle’da patlayan anti-kapitalist ruh hali, devrimci sosyalistler tarafından örgütlü bir güce dönüştürülemediği taktirde bu alan yine reformistlerce ve/ya daha da kötü bir olasılık olarak ırkçı-faşist hareketlerce doldurulacaktır. Tarih boyunca tercih; devrimci örgütlerle örgütsüzlük arasında değil, reformistlerle devrimci örgütler arasında olmuştur ve yine öyle olacaktır. Şimdi, reformistleri de hedef alan bu anti-kapitalist öfkenin devrimci bir partiye/örgütlenmeye kanalize edilmesi ve biliçli bir sınıf kinine dönüştürülmesi gerekmektedir. Dünyanın heryerinde kapitalizme karşı ideolojik ve politik alternatifler arayanların sayısı artmaktadır. Devrimci marksist fikirler, yıllardır bir taraftan stalinizm bir taraftan da sosyal demokrasinin baskısı altında marjinalleşmişti. Berlin Duvarının yıkılışından bu yana devrimci marksistlerin önüne muazzam bir fırsat çıkmıştır; krize etkili bir şekilde müdahalede bulunarak geniş kitleleri devrimci marksist mücadeleye kazanmak.“Devrimciler, kapitalizmin sadece soyut olarak açıklanması ve sosyalizm propagandası yapmaktan öte, işçi sınıfının bilincinde ve koşullarında anında tepki alabileceği somut talepleri sistemli olarak geliştirmelidir ….… bu bağlamda devrimci ve reformist bilinci birbirine bağlayacak ‘geçiş taleplerinden’ oluşan bir çeşit program sağlanmalıdır”. Bugün işçi sınıfının önünde duran seçenek Rosa Lüxemburg’un haykırdığı ‘Ya Barbarlık Ya da Sosyalizm’ seçeneğinin aynısıdır. “Birkaç yıl önce Tony Cliff 1990’lar için, ‘1930’ların ağır çekimi gibi, mevcut bütün unsurlar aynı –ekonomik kriz, sınıfsal kutuplaşma, aşırı sağın yükselişi, solun tepkileri- fakat henüz 1930’lardaki kadar yoğunlaşmış değil’ demişti. Birkaç ay içerisinde film dünyanın geniş bir kısmında dramatik bir şekilde hızlandı. Elbette bu durum, sonucun da 1930’lardaki gibi olacağı anlamına gelmiyor. Faşizm ve emperyalist savaş, (Avusturya’da 1934, Fransa’da 1934-36, İspanya’da 1936-39) yoğun bir sınıf savaşının ve solun yenilgisinden sonra geldi .… Sosyalistler, devrimci marksist politikaları tüm dünya çapında işçi hareketleri içinde daha da köklendirmek ve güçlendirmek için, yani filmin sonunu farklı kılmak için örgütlenmelidir”. Şeref Işıldak , 14/01/2000 YARARLANILAN KAYNAKLAR 1. De Militant, No:122 2. De Militant, No:187 3. De Militant, No:190 4. De Morgen, 6 Januari 2000 5. Enternasyonal Sosyalizm, Özel Sayı No:1 6. Enternasyonal Sosyalizm. Sayı:4 7. European Monetary Union and Single Currency – A Road to Crisis, Discussion Material for the International School, Gent 1997 8. Global Turmoil, Capitalist Crisis – A Socialist Alternative / Resolutions and Conclusions of the 7th World Congress of the Committee for a Workers’ International (CWI) 9. International Socialism, No:81 10. Kısa Yirminci Yüzyıl, Aşırılıklar Çağı / Eric Hobsbawm, Sarmal Yayınları 11. Linkswende, Avusturya’dan Haberler, Kerstin, Aralık 1999 12. Linkswende, Dezember 1999 13. Marksist Eleştiri, Kitap dizisi, Kış 1996 14. Milliyet, 1 Ocak 2000 15. Review of the Century, 18 December 1999 / Socialist Workers Eki 16. Socialist, 10 November 1999 17. Sosyalist İşçi, Sayı:8, Haziran 1993 18. Sosyalist İşçi, Sayı:15, Ocak 1994 19. Sosyalist İşçi, Sayı:19/1, Ağustos 1994 20. Sosyalist İşçi, Sayı:64 21. Sosyalist İşçi, Sayı:67 22. Sosyalist İşçi, Sayı:80 23. Sosyalist İşçi, Sayı:89 24. Sosyalist İşçi, Sayı:99 25. Sosyalist İşçi, Sayı:122 26. Sosyalist İşçi, Sayı:123 27. Sosyalist İşçi, Sayı:126 28. Socialism Today, No:16, March 1997 29. Socialism Today, No:37, April 1999 30. Socialism Today, No:39, June 1999 31. Socialism Today, No:41, September 1999 32. Socialism Today, No:43, November 1999 33. Socialism Today, No:44, December 1999/ January 2000 34. Socialist Review, No:223, October 1998 35. Socialist Review, No:224, November 1998 36. Socialist Review, No:226, January 1999 37. Socialist Review, No:237, January 2000 38. Socialist Workers (İngiltere), ? February 1999 39. Socialist Workers (İrlanda), ‘Don’t Let Fianna Fail Whip Up Racism’, December 1999 40. Socialist Workers (Kanada), 8 December 1999 41. 21. Yüzyıla Girerken Marksizm, Tony Cliff Dipnotlar 1-Alien Lipietz, “Derriére la crise: la tendance a la baisse du taux de profit” (Krizin gerisinde: kar oranının düşme eğilimi), Revue Economique, no:2 Mart 1982 2-Financial Times, 02/11/1987 3-Le Monde Diplomatiqe, Haziran 1994 4- Alex Callinicos, World Capitalism at the Abyss, International Socialism, Sayı: 81, s. 5-6 5-No To A Bosses Europe Fight For A Socialist Europe, CWI pamphlet, March 1999 6-Le Monde Diplomatique, Kasım 1998 7-Financial Times, 03/02/1999 8-No To A Bosses Europe Fight…. Agy. 9-Chris de Stoop, De Morgen, Kasım 1997 10-Maarten Rabaey, De Morgen, 6 Ocak 2000 Agy. 11-Belçika Forges De Clabecq işçileri ve sendika aktivistlerinin demecinden, Kasım 1997 12-John Rees, The Battle After Seattle, Socialist Review No:237, January 2000 13-Alex Callinicos, World Capitalism at the Abyss, s.38, International Socialism No:81 14-agy. ,s.39